Lüksemburg'un devlet sistemi, Avrupa ve dünya üzerindeki siyasi yapının değişimlerini yansıtan uzun ve zorlu bir gelişim sürecinden geçmiştir. Batı Avrupa'nın merkezinde yer alan bu küçük ama önemli prenslik, tarihsel olarak komşu büyük güçlerin etkisi için mücadele alanı haline gelmiştir ki bu da siyasi yapısını büyük ölçüde etkilemiştir. Feodal devletten modern anayasal monarşiye kadar çeşitli yönetim biçimlerinden geçerek, Lüksemburg, Avrupa'nın en istikrarlı ve refah içinde ülkelerinden biri haline gelmiştir. Bu bağlamda, tarihi, küçük bir devletin değişimlere nasıl uyum sağlayabileceği ve dış baskılara rağmen bağımsızlığını nasıl koruyabileceğine dair bir örnek teşkil edebilir.
Lüksemburg hakkındaki ilk kayıtlar 10. yüzyıla aittir; bu dönemde Lüksemburg Kontu Siegfried, Saint-Vanne Manastırı'ndan toprak satın alarak ileride Lüksemburg'un Avrupa sahnesindeki hakimiyetini sağlayacak olan hanedanı kurmuştur. O dönemde Lüksemburg'un toprakları, Fransa ve Almanya gibi daha güçlü komşulara bağımlı olan küçük bir kontluk olarak varlık göstermekteydi. Ancak, Lüksemburg, kıyasla küçük bir alana sahip olmasına rağmen, stratejik konumu sayesinde zamanla önem kazanmıştır.
14. yüzyıldan itibaren Lüksemburg, Lüksemburg hanedanlığının yönetimi altında Avrupa'da önemli bir siyasi oyuncu haline gelmiştir. 1354 yılında Lüksemburg Kontu, dukalık unvanını kazanarak, yöneticilerine yüzyıllar boyunca prensliğin uluslararası politikadaki konumunu sağlamlaştırma imkanı tanınmıştır. Ancak bu dönemde Lüksemburg, hâlâ Kutsal Roma İmparatorluğu gibi daha geniş siyasi oluşumların bir parçasıydı.
16. yüzyılın başlarında Lüksemburg, Avrupa'daki etki mücadelesinin tam merkezine yerleşmişti; İspanya, Fransa ve Alman İmparatorluğu arasında bir mücadele söz konusuydu. Bu dönemde Lüksemburg, nominal olarak bağımsız kalmasına rağmen gerçekte çeşitli büyük güçlerin kontrolü altında bulunuyordu. 1543 yılında, İspanyolların şehri fethetmesiyle, Lüksemburg İspanyol Niederlandlarının bir parçası haline geldi ve bu durum 17. yüzyılın sonlarına kadar sürdü. Bu dönem boyunca prenslik, defalarca saldırılara ve değişikliklere maruz kalırken, stratejik manevralar açısından önemli bir obje olarak kalmaya devam etti.
1715 yılında Lüksemburg, Avusturyalı Niederlandların bir parçası oldu ve 19. yüzyılın başlarına kadar bu yapının içinde kaldı. Bu tarihsel dönem, Lüksemburg yöneticilerinin belirli bir özerkliğe sahip olduğu ancak daha güçlü komşuların siyasi ve ekonomik çıkarlarına tabi olmak zorunda kaldığı önemli bir aşama oldu. Napolyon Savaşları gibi çatışmalar ve savaşlar siyasi durumu daha da karmaşık hale getirdi.
19. yüzyılın başlarında, Napolyon'un düşüşünün ardından Lüksemburg, 1815'teki Viyana Kongresi'nde oluşturulan yeni Avrupa düzeninin bir parçası haline geldi. Bu, devletin tarihinde bir dönüm noktasıydı; zira kongre sonucunda Lüksemburg, Büyük Dükalık'a dönüştürüldü ve bu da ona yeni bir statü ve belirli bir bağımsızlık derecesi kazandırdı.
Büyük Dükalık Lüksemburg, formal olarak Hollanda'nın bir parçası olmasına rağmen, iç yönetim ve dış politika konularında özerklik kazandı. Bu dönemde, anayasal monarşi tesis edildi ve bu, Lüksemburg tarihinde ülkenin daha büyük bir siyasi yapı içinde daha bağımsız hale geldiğinin sembolü oldu.
Zamanla Lüksemburg ile Hollanda arasındaki ilişkiler, toprak anlaşmazlıkları ve kontrol meselelerinde gerilimli hale geldi. 1839 yılında, Lüksemburg Krizi sonrasında, Lüksemburg bölündü ve bazı toprakları Belçika'ya devredildi. Bu olay, Lüksemburg'un tarihindeki bir dönüm noktasıydı; çünkü bu durum tam bağımsızlığın kazanılması ve kendi ulusal kimliğinin şekillenmesine yol açtı.
1867 yılında uluslararası anlaşmalar sonucunda Lüksemburg, kesin olarak tarafsız bir devlet haline geldi ve bu da dış baskılar altında bağımsızlığını korumasını sağladı. 1868 Anayasası, ülkedeki liberal demokrasi ve vatandaşlık haklarının temellerini güçlendirdi ve onun parlamenter sisteme sahip anayasal monarşi olarak statüsünü pekiştirdi.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında Lüksemburg, tarafsızlığına rağmen askeri çatışmaların merkezinde yer aldı. Her iki savaş sırasında ülke Almanya tarafından işgal edildi ve bu durum gelişimini ciddi şekilde etkiledi. Ancak, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde Lüksemburg, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (Avrupa Birliği'nin öncüsü) gibi yeni uluslararası kuruluşlara katıldı ve bu durum uluslararası alandaki konumunu pekiştirdi.
Sonrası dönemlerde Lüksemburg, ekonomisini aktif bir şekilde geliştirerek Avrupa'nın önde gelen finans merkezlerinden biri haline geldi. Bu dönem, demokratik kurumların güçlendirilmesi, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi ve daha kapsayıcı bir yönetim sistemine geçiş ile modernleşme dönemiydi.
Bugün Lüksemburg, parlamenter bir yönetim sistemine sahip anayasal monarşi olarak varlığını sürdürmektedir. Devletin başı, sınırlı yetkilere sahip Büyük Dük olup, gerçek güç hükümetin ve parlamentonun elindedir. 1868'de kabul edilen anayasada bazı değişiklikler yapılmasına rağmen, devlet sisteminin temel yapısı değişmeden kalmıştır.
Büyük Dükalık Lüksemburg, Avrupa Birliği, NATO ve diğer uluslararası kuruluşlara aktif olarak katılmaktadır. Ülke, istikrarlı ekonomisi, yüksek gelişmiş finansal hizmetleri ve uluslararası arenada aktif siyasi duruşuyla tanınmaktadır. Lüksemburg, aynı zamanda sürdürülebilir bir demokrasi ve etkili bir devlet yönetimi örneği haline gelmiş, vatandaşlarına yüksek yaşam kalitesi ve en iyi eğitim ve sosyal hizmetlere erişim sunmaktadır.
Günümüzde Lüksemburg, gelenekler ile modern zorluklar arasında bir denge koruyarak devlet sistemini geliştirmeye devam etmektedir. Devlet sistemi, vatandaşların geniş haklara sahip olduğu ve devlet kurumlarının belirlenmiş kurallar çerçevesinde işlev gördüğü demokratik bir yönetim örneği oluşturmaya devam etmektedir.